Cevap: İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektubunda buyuruyor ki, (İnsanın yaratılması, ibadet yapmak içindir. İbadet yapmak da, yakîn yani hakiki imana kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hatta) kelimesi, belki de (için) demektir. İbadet yapmadan önceki iman, sanki imanın suretidir. İbadet yapınca, imanın hakikati hâsıl olur. (Vilâyet) yani evliyalık, Fenâ ve Bekâ demektir. Fenâ, Allahü teâlânın razı olmadığı şeylerin, kalpten çıkmaları, kalpte kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği şeylerin kalpte bulunmasıdır).
İbadet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi olmak demektir. Bu yola (İslâmiyet) denir. İslâmiyete tâbi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve haramlardan, bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Haramların en kötüsü, kul hakkıdır. Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, İslâmın en büyük düşmanı olan İngilizlere aldanmamaları, sulh zamanında, zevk ve safaya sapmayıp, düşmanlardaki silahları temin etmeleri, milleti tıp, ticaret, ziraat, sanat ve harp işlerinde yetiştirmeleri emir olundu. Bunlar, hakiki bir âlimden öğrenilir.
Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitabından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veya kitabı, en büyük bir nimettir. Ebedî saadete sebeptir. İnsan, bu sebebi çok sever. (İhsan sâhibini sevmek, insanların yaratılışında vardır) hadîs-i şerifi meşhurdur. İnsan, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makamına kavuşur. İbadetlerini ihlâs ile yapmak nasip olur. Her hareketi zikir olur. Kalp ile zikir söylemek de, fenâ makamına kavuşturur ise de, kalbine feyz gelerek kavuşmak, daha süratli olur.] (Tam İlmihal s. 952)
***
Sual: Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara iman ve hidayet geldiği halde bazılarının bunlara düşmanlığı nereden geliyor?
Cevap: Bugün memleketimizde ve bütün dünyada bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet, (Kutb-i medâr) her zaman bulunur. Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zamanında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fakat, bunlara inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hatta, bazen, kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb-i irşâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun vâsıtası ile gelir. İslâmiyeti korur. Din-i İslâm başı boş kalmaz.
Din düşmanları pervasızca, dini yıkmağa, değiştirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitabında, otuzbeşinci marifette buyuruyor ki: (Kutb-i ebdâl) [yani Kutb-i medâr] âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. İman sâhibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zamanda, her asırda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz. Çünkü, âlem bununla nizâm bulmaktadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir. Fakat, Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zamanın Kutb-i irşâdı idi.
O zamanın Kutb-i ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Tam İlmihal s. 909)