Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının ikinci cild 46. Mektupta buyuruyor ki: Ra’d sûresindeki âyet-i kerimede mealen, (Biliniz ki kalpler, ancak Allahı zikir etmekle itminana kavuşur) buyuruldu. İtminan, sükûn, rahat demektir. Harf-i cerli olan zikir kelimesinin fiilden evvel söylenmesi, hasrı ifade eder. Yani, itminana ancak, yalnız zikir ile kavuşulur denildi. Zikir, hatırlamak demektir. Allahü teâlâyı hatırlamak, Onun ismini söylemekle veya çok sevdiği bir Velisini görmekle olur. Çünkü, hadîs-i şerifte, (Onlar görüldüğü vakit, Allah hatırlanır) buyuruldu. İsmini işitirken, söylerken, başka şey düşünülebilir. Onu hatırlamak şüpheli olur. Onu devamlı hatırlamak için, her gün binlerce söylemek lâzım olur.
Evliyayı severek, inanarak görünce, muhakkak hatırlanacağı müjdelendi. Görmek göz ile olduğu gibi, Velinin şeklini, suretini, kalbine, hayâline getirmekle de, görmüş gibi olup, Allahü teâlâyı hatırlamağa sebep olur. Böyle, kalp ile görmeğe (Râbıta) denir ki, kalbi, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekten, onları düşünmekten kurtaran vâsıtadır. Yukarıdaki âyet-i kerimede ve hadîs-i şerifte bildirilen temiz kalbe, ihlâsa kavuşturan yoldur. Evet, İslâmiyete yapışmak, yani emirleri yapmak ve haramlardan sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturur ise de, bunları ihlâs ile yapmak şarttır. Hem İslâmiyete uymalı, hem de, ihlâs elde etmelidir. (Tam İlmihal s. 904)
***
Sual: İslâmiyete uymanın kalbe ve ruha tesiri var mıdır?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının ikinci cild 46. Mektupta buyuruyor ki: Ahkâm-ı islâmiyye, zahirin [görünen uzuvların] yapacağı ibadetlerdir. Bu hakikat ise, bu dünyada bâtına [kalbe ve ruha] nasip olmaktadır. Zahir, her zaman, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa mecburdur. Bâtın da, o hakikatin işleri ile meşgul olur. Bu dünyada, amel, ibadet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır. Yani, bâtının ilerlemesi, ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına bağlıdır. O hâlde, bu dünyada, her zaman, zahir de, bâtın da ahkâm-ı islâmiyyeye muhtaçtır. Zahirin işi, İslâmiyete uymak, bâtının işi de, meyvelerini, faydalarını toplamaktır. İslâmiyet, bütün kemâlâtın kaynağı, bütün makamların temelidir. İslâmiyetin, fayda, meyve vermesi, bu dünyaya mahsus değildir. Ahiretin kemâlâtı ve sonsuz nimetleri de, İslâmiyetin neticeleri, meyveleridir. Görülüyor ki, İslâmiyet öyle bir (Şecere-i tayyibe) [mübarek ağaç]dir ki, onun meyveleri ile, bütün âlem, dünyada da, ahirette de faydalanmaktadır. (Tam İlmihal s. 904)
***
Sual: Allahdan başka şeylerin sevgisini, onlara düşkün olmağı kalpten çıkarmak zikir midir ve kaç türlü zikir vardır? Sesli zikir mi yoksa sessiz zikir mi efdaldir?
Cevap: Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmât-ı Mazheriyye)deki onbirinci mektubunda buyuruyor ki, (Üç türlü zikir vardır:
1- Kalp karışmadan, yalnız dil ile söylemektir. Bunun faydası yoktur.
2- Ağızla söylemeyip, yalnız kalp ile yapılan zikirdir. Buna, tasavvufta (Zikr-i hafî) denir. Bu da, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi zikirdir. Yahut, sıfatlarını düşünerek yapılır. Nimetleri de düşünülürse, buna (Tefekkür) denir.
3- Kalp ile ve dil ile birlikte zikirdir. Dil ile kendi işitecek kadar söylenirse, İslâmiyette (Zikr-i hafî) denir. Âyet-i kerimede emir olunan, bu zikr-i hafîdir. Başkası da işitirse (Zikr-i cehrî) denir. Âyet-i kerimeler ve hadîs-i şerifler, zikr-i hafînin zikr-i cehrîden efdal olduğunu gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Aliye öğrettiği zikr-i cehrî, kendi işitecek kadar olan zikirdir ki, hakikatte, zikr-i hafî demektir. Zikirden önce kapıyı kapattırması da, böyle olduğunu gösteriyor). (Tefsîr-i azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Dehr sûresini açıklarken diyor ki, (Zikretmek, Allahdan başka şeylerin sevgisini, onlara düşkün olmağı kalpten çıkarmak içindir. Kalbin mahlûklara bağlılığını yok etmek için en iyi ilâcın zikir olduğu tecrübelerle anlaşılmıştır.
Hadîs-i şerifte, (Zikir ederek, kalplerinin yükünü hafifletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, (Allaha, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, kalbin mahlûklara olan bağlantılarını kesmek, onu dünya zevklerine düşkün olmaktan kurtarmak lâzımdır. Kalbi kurtarmak için de, zikirden daha faydalı bir ilaç yoktur) demişlerdir). [Tasavvuf ehlinde meşhur olan simâ ve raks iki nevdir: Birincisi, kalbin ve nefsin fâni olmasından sonra, cemâl veya celâl sıfatlarının tecellisinde hâsıl olur ki, bunda aklın ve nefsin müdahalesi yoktur. Celâleddîn-i Rûmînin ve Sünbül Sinân efendinin zikir, simâ ve raksları böyle idi. Şâh-ı Nakşibend “rahmetullahi aleyh” (Biz, bunu inkâr etmeyiz) buyurdu. İkincisi, bazı cahil ve gâfil tarikatçıların, noksan akıllarına ve azgın nefislerine uyarak, bağırmaları ve zıplamalarıdır. (Biz, bunları yapmayız) buyurdu.] (Tam İlmihal s. 903)