Cevap: Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyiz almak, nurlanmak, Arif olmak, ilm-i bâtın sahibi olmak gibi şeyler, hep kalp ile olur. Bunlara akıl eremez, anlayamaz. Allahü teâlâ, her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lâzımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi mâ-sivâdan temizlemektir. Mahlûkların varlığını, sevgisini kalpten çıkarmaktır. Buna, (Fenâ-i kalbî) denir. Kalp, Allahtan başka her şeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalp, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Yani madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır.
Aklın, dimağ [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lâzım değildir. Sıvıyı boşaltmak lâzımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalp de böyledir. Mahlûkların sevgisi, hatta düşünceleri kalpten çıkarılınca, Allah sevgisi, feyiz, nur, marifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahlûklardan temizlemeğe sebep de, Ehl-i sünnet itikadı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibadetleri yapmaktır. Nafile ibadetlerden, tesiri en çok ve süratli olanı, zikir yapmak ve Allahü teâlânın Velilerinden biri ile beraber bulunmaktır. (Kıyâmet ve Âhiret s. 319)
***
Sual: Bazı din adamları, hep ben bilirim, benim dediğim doğru diyerek hep kendilerini öne çıkarıyorlar. Bir din adamının bu şekilde hep ben diyerek kibirlenmesi, kendini büyük bilmesi, dinen doğru mudur?
Cevap: Din adamı olduğu için tekebbür etmek, kibirlenmek, cahil olmanın alametidir. Çünkü, ilim, tevazuya sebep olur, kibirden men eder. Hadîs-i şerifte;
(Alim olduğunu söyleyen kimse, cahildir) buyuruldu.
Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, cahilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin alim olduğu anlaşılır. Resûlullah efendimize, en kıymetli yer neresidir, denildikte;
(Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim) demiştir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevabı almıştır. O da, Allahü teâlâya sormuş;
(Mescitler)dir cevabını almıştır. A'râf sûresinin;
(Affet ve marufu emir et) mealindeki 198. âyet-i kerimesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrar geldiğinde, Allahü teâlâ;
(Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsan et! Sana zulüm edenleri affet!) emrini verdi dedi. İmam-ı Şa'bî hazretleri, kendisine sorulanlardan birine bilmiyorum deyince;
-Sen Irak memleketinin müftüsüsün, bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde;
-Meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yusuf hazretleri, bir suale bilmiyorum deyince;
-Hem Beyt-ül-maldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun, dediler.
-Beyt-ül-maldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-malda bulunanların hepsi yetişmezdi dedi.
Nefsine uymayan cahil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esiri olan din adamı ile arkadaşlık etmekten iyidir.
***
Sual: İmâm-ı a’zam hazretleri ilmi kimden öğrenmiş, hocaları silsile olarak Peygamber efendimize ulaşıyor mu?
Cevap: İmâm-ı a'zam hazretlerinin hocasının ismi, Hammâddır ve Hammâdın hocasının ismi, İbrâhîm-i Neha'îdir ve onun hocasının ismi Alkama bin Kaysdır ve dayısıdır. Onun hocasının ismi, eshâb-ı kiramdan Abdullah ibni Mes'ûd hazretleridir. Abdullah ibni Mes'ûd hazretleri de, ilmini, Resûlullah efendimizden almış, Ondan öğrenmiştir.
***
Sual: Din kitaplarında Cennete iman ile girilir ve iman esastır deniyor. İman esas ise, o zaman, emirleri yapmaya, haramlardan sakınmaya gerek yok mudur?
Cevap: Kalp ile inanmak, Müslümanlığın temeli olduğu gibi, amellerin de en üstünü budur. Resûlullah efendimize işlerin en üstünü hangisidir diye soruldukta;
(Allaha ve Resûlüne inanmaktır) buyurduktan sonra, amentüyü okumuştur. Bu hadîs-i şerif Buhârîde yazılıdır.
İslâmiyette imanın esas olması, amellerin, ibadetlerin ehemmiyetini, önemini azaltmaz. Çünkü, amellerin yapılmasına sebep, imandır. Sebebin kuvvetli olması, neticeyi emniyet altına alır. İmanı kuvvetli olan bir Müslüman, amellere daha çok ehemmiyet verir. Müslümanların her farza, harama, her amele, her vazifeye de ayrı ayrı iman etmesi lazım olduğu için, günah işleyenler, imanlarının sarsılacağını, hatta gideceğini düşünerek titrerler. Hatta bir günahı işlemeyen kimse bile, o günaha ehemmiyet vermese, ne olurmuş dese, imanı gider kâfir olur. Bazı işleri imana katmak isteyen dinde reformcular, amellerin ehemmiyetini acaba bu kadar anlayabilmişler midir? Yalnız kalp ile inanmakla Müslümanlık olmayacağını, amellere, işlere bakmak lazım olduğunu söyleyenler, bu amellerin Allah için ve ahireti kazanmak için değil de, dünya için ve dünya saadeti için olmasını düşünüyorlar.
Dinin emirlerini, yasaklarını kabul et, iman eyle de, bunları ister yap, ister yapma, artık bundan rahat bir şey olamaz demeleri de yanlıştır. Çünkü, bu emir ve yasaklara ehemmiyet vermeyen kâfir olur.
İman, kalbin inanması demektir. Bunun hasıl olması için, önce ilim lazımdır. İlim ile amel başka başka şeydir. Amel, ilme pek lazım ise de, ikisi aynı şey olamaz. Fransızların; “Bon penser et bien dire ne sert rien sans bien faire” atasözleri de, ilim ile ameli birbirinden ayırmaktadır. Yani, iyi düşünmek, iyi söylemek, iyi iş yapmadıkça, bir şeye yaramaz demişlerdir. Fakat, dinimiz, bu atasözüne karşı olarak iyilik yapmaksızın iyi düşünmek, yani, yalnız iman etmek fayda verir demektedir.
***
Sual: Peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan fetânet ne anlama gelmektedir?
Cevap: Fetânet; Peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardandır ve Peygamberlerin, diğer bütün insanlardan daha akıllı olmaları demektir.