Cevap: Se'âdet-i Ebediyye kitabını okuyarak anlayan bahtiyar bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de îmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyarak, kalbi Ona meyleder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nurları alıp, olgunlaşmaya, kemale gelmeye başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kamil, olgun bir insan olur. Bu dünya ve hayat görüşünde değişiklikler olduğunu hisseder. Hâller, zevkler, tatlı rüyalar görmeye başlar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evliyayı, Eshâb-ı kiramı ve Resûlullah efendimizi rüyada görmeye, uyanık iken de ruhlarından istifade etmeye başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibadetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, topluma, millete faydalı olur. Saâdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
Hanefi mezhebinin büyük âlimlerinden Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri, Şerh-i mevâkıf, Şerh-ul-metâli' hâşiyesi ve Berîkada buyurduğu gibi, evliyanın suretleri, öldükten sonra da talebesine, sevenlerine görünüp feyiz verirler. Fakat, bunları görebilmek ve ruhlarından feyiz alabilmek kolay değildir. Ehl-i sünnet itikadını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitaplardan öğrenmek ve öğrendiklerine uymak ve evliyayı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. Merec-ül-bahreynde deniyor ki:
“Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bidat sahiplerinden hiçbiri, Allahü teâlânın marifetine yaklaşamamıştır. Vilâyet nurları, bunların kalplerine girmemiştir. Amelde ve itikatta olan bidatin zulmeti, vilâyet nurunun kalbe girmesine mâni olur. Kalp, bidat pisliklerinden temizlenmedikçe ve Ehl-i sünnet itikadı ile süslenmedikçe, hakikat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalp, yakîn nuru ile aydınlanamaz.”
***
Sual: Din bilgilerini ve âlimleri kötülemek de imanı giderir mi?
Cevap: İslâm bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak da, küfr-i cühûdî olur.
***
Sual: Bazı kimseler, "Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ali arasında düşmanlık vardı" diyorlar. Gerçekten böyle bir şey olabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Ahmet Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiyâ kitabında şu bilgiler verilmektedir:
“İrtidad, dinden dönme tehlikesi birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemen’deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeye başladılar. Müslümanlar karanlık gecede yağmura tutulmuş koyun sürüsü gibi şaşkına döndü. Mürtedlerin sayısı yanında Müslümanlar pek az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zaman-ı saadetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Mürtedlerle muharebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece bir şiddetli çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı, hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hazreti Ali, halifenin devesinin yularını tutup;
-Ey Resûlün halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana; (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, Müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz, dedi. Eshâb-ı kiramın hepsi, Hazreti Ali'nin sözünü tasdik etti. Halife hazretleri Medine-i münevvereye döndü.
Halife seçilmesindeki sert konuşmalarından hemen sonra, birbirlerine karşı olan sevgilerine bakınız! Kimseye boyun eğmeyen, halife seçimine çağrılmadı diye, Hazreti Ebu Bekir'e biatını geciktiren, Allahın arslanı, Hazreti Ali, şimdi onun muharebeye gitmesini önlüyor. Eğer, kalbinde ona karşı ufak bir kırıklık olsaydı, halife harbe gitsin de, ona bir şey olursa, yerine ben geçerim diye düşünür, hiç olmazsa, gitmesine karışmazdı.
Hazret-i Sıddîk gibi, din uğrunda, asla canını esirgemeyen bir zatın da, cihat gibi mühim bir ibadete başlarken, hiç kimsenin sözü ile, bundan vazgeçmeyeceği meydanda iken, niyetinden dönmesi, ancak Hazreti Ali'nin fikrinin ve sözünün doğru olduğuna güvenmesinden ve ona uymasından ileri geldiği şüphesizdir. Hepsinin düşüncesinin ve konuşmasının, hep İslâm dinine hizmet niyeti ile olduğu, buradan da anlaşılmaktadır.”
***
Sual: Tevbe etmek, istiğfar etmek nasıl yapılır, pişman olmadan istiğfar edilirse ne olur?
Cevap: Hadîs-i şerifte, (Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur) ve (Günahına pişman olmayıp, dili ile istiğfar eden, günahında devam edicidir. Rabbi ile alay etmektedir) buyuruldu. İstiğfar etmek, (estagfirullah) demektir. Bunun manası, (Beni affet Allahım) demektir. Muhammed Osmân Hindî “kuddise sirruh” (Fevâid-i Osmâniyye) kitabında, fârisî olarak diyor ki, (Şifa için okunacak dua yazmamı istiyorsunuz. Şifa için, [Tevbe ediniz ve] istiğfar duasını çok okuyunuz.) [Yani, Estagfirullâhel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh deyiniz!] Ölümden başka bütün dertlere, hastalıklara karşı faydalıdır. Ölüm hastasının ağrılarını, sancılarını yok eder, rahat ölmesini sağlar. Bu dua, (Hak Sözün Vesîkaları) kitabında sahife 344 de uzun yazılıdır. Hûd sûresinde elliikinci âyetinde mealen, (İstiğfar okuyunuz! İmdadınıza yetişirim) buyuruldu. Hadîs-i şerifte (İstiğfara devam edeni Allahü teâlâ dertlerden kurtarır) buyuruldu. Her zaman ve her yerde ve namazlardan sonra ve yatarken, manalarını düşünerek, çok (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veya kısaca (Estagfirullah) demelidir. Allahü teâlâ, şifa ve halâs ve dileklerini ihsan eder. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin 6.cild, 121.ci mektubundaki hadîs-i şerifte, (Kalbim üzerinde perde hâsıl oluyor. Her gün yetmiş kere istiğfar ediyorum!) buyuruldu. Hâlid bin Zeyd camiinin müezzinleri her namazdan sonra şu duayı okurlardı: (Rabbenâ amennâ bi mâ enzelte vetteba’ nerresûle fektübnâ ma’aşşâhidîn).
Her erkek, her zaman şu mağfiret duasını okumalıdır: (Allahümmagfir lî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve liahvâlî ve hâlâtî ve li-zevcetî ve ebeveyhâ ve li-esâtizetî ve lil-müminîne vel-müminât vel hamdü-lillâhi Rabbil’âlemîn!). Kadın okursa, zevcetî yerine zevcî ve ebeveyhâ yerine, ebeveyhi demelidir.
Hadîs-i şerifte, (Allahü teâlâ, günah işleyip sonra pişman olan kulunu, istiğfar etmeden önce affeder) ve (Günahınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tevbe edince, Allahü teâlâ, tevbenizi kabul eder) buyuruldu. Bu hadîs-i şerifler, kul hakkı bulunmayan günahlar içindir. Hadîs-i şerifte, (Günâh, üç türlüdür: Kıyamette mağfiret olunmayan, terk edilmeyen ve Allahü teâlâ dilerse affedeceği günah). Kıyamet günü muhakkak affolunmayacak günah, şirktir. Şirk, burada her türlü küfür demektir. Tevbesiz, yani helallaşmadan affedilmeyecek olan günah, kul hakkı bulunan günahtır ve namaz borcudur. Allahü teâlânın dilerse affedeceği günah, kul hakkı bulunmayan günahlardır. (İslâm Ahlâkı s. 122)