Cevap: Radyo, sinema, televizyon neşir, yayın vasıtasıdır. Bunlar da, kitap, gazete, dergi gibidirler. Bunlar, tabanca gibi, bir vasıta, bir alettir. Tabancayı, zararsız kimseye karşı kullanmak günahtır. Harpte, düşmana karşı kullanmak ise, çok sevaptır. Görülüyor ki, tabanca kullanmak, hep günahtır veya her zaman sevaptır demek doğru değildir. Bunun gibi, radyo ve filmler, iyi insanlar tarafından hazırlanır, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri bildirir, İslâmiyetin faydalarını, ahlak, ticaret, sanat gibi din ve dünya bilgileri verirse, böyle radyoyu dinlemek, böyle filmleri ve televizyonları görmek günah olmaz. Faydalı kitap ve dergi okumak gibi olur. Fakat bunlar, din düşmanları, ahlaksızlar tarafından hazırlanır, haram, çirkin şeyler bulunursa ve zararlı şeylerin propagandası yapılırsa, böyle radyoları dinlemek, televizyonları görmek ve böyle film gösterilen sinemalara gitmek caiz olmaz. Böyle olan gazete ve kitapları, romanları okumak gibi, günah olur.
***
Sual: Hanefi mezhebindeki bir Müslüman, öğle namazı için aldığı abdestte niyet etmeyi unutsa, bu abdesti bozan bir hâl olmadan ikindi vakti girse, bu abdestle, bir özürden dolayı Şafii mezhebine uyarak ikindiyi kılabilir mi?
Cevap: Bu konu hakkında İbni Âbidîn hazretleri, Redd-ül-muhtâr kitabında buyuruyor ki:
“Bir Hanefî, abdest alırken niyet etmese, bu abdest ile öğleyi kılsa, caiz olur. İkindiden sonra Şafii mezhebine uyup ikindiyi kılsa, sahih olmaz. Niyet ederek tekrar abdest alması lazım olur.” Çünkü abdestte niyet etmek, Şafii mezhebinde farzdır.
***
Sual: Bir kimse, terziye ceket dikmesi için kumaş verse, terzi de ceket yerine pantolon dikse, bu kimse pantolonu almak mecburiyetinde midir?
Cevap: Terzi, ceket yerine pantolon dikse, kumaş sahibi, isterse pantolonu alır, isterse kumaşı ödetir.
***
Sual: Dişi ağrıyan kimse, ilaç aldığı hâlde ağrısı durmasa ve namazda okumasına da mâni olsa, nasıl hareket eder?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Şiddetli diş ağrısını durdurmak için konan ilaç, okumasına mâni olsa, vakit dar ise, imama uyar. İmam yok ise, okumadan kılar.”
***
Sual: Allah adamının kalbinden feyz almak nasıl olur, feyz almak için belli şartlar var mıdır, yoksa herkes alabilir mi?
Cevap: Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve müşahede makamına varmış olgun bir Veliye, kalbini bağlayarak, yanında iken ve yanında olmadığı zamanlarda, o zatın yüzünü hayâlinde bulundurmağa (Rabıta) denir. (Onlar görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır) ve Buhârîde ve Müslimde bildirilen (Onlarla beraber bulunanlar şaki olmaz) hadîs-i şeriflerinde bildirildiği gibi, bu kemâle ermiş olanları düşünmek, insana birçok faydalar sağlar. Sadık ve temiz bir Müslüman, böyle bir Allah adamını düşünmekle, onun sıfatları, hâlleri kendisinde hâsıl olur. Hadîs-i şerifler salih Müslümanlarla, yani Allahü teâlânın sevdiği kimselerle beraber bulunmağı emretmektedir.
Deylemîde ve Taberânîde ve Künûz-üd-dekâıkde bildirilen hadîs-i şerifte, (Ben ilim şehriyim. Ali onun kapısıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerifin gösterdiği gibi, Allahü teâlânın sonsuz feyz deryasının kapısı gibi olan, Allah adamlarının kalplerinden, bunları seven ve hatırlayan Müslümanların kalbine feyz, marifet, nur akar. Bu feyze kavuşmak için, Ehl-i sünnet itikadında olmak, Resûlullaha tam uymak ve Allahü teâlânın sevdiği Allah adamlarını sevmek, kalbinde onların sevgisini bulundurmak lâzımdır. Bu şartlardan mahrum olanlar, Allah adamlarının feyzlerinden, marifetlerinden mahrum kalmışlardır. Bilmediklerini, inkardan başka çare bulamıyorlar. Allah adamının kalbinden feyz almak için ikinci şart, o zatın Resûlullah efendimizin tam varisi olması, Onun yolunda, izinde bulunması ve Allahü teâlânın sevgili kulu olması lâzımdır.
Vehhabiler arasında böyle bir Allah adamı bulunmadığından da, onlar için feyz ve marifet kapıları kapalıdır. Putlara, heykellere tapınan müşriklerin ve cahillere, sahte Rehberlere gönül veren zavallı Müslümanların bir feyz ve fayda edinememeleri, bundan ileri gelmektedir. Ebû Cehl, Ebû Tâlib ve Ebû Leheblerin, Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” feyz ve hidayet alamamaları ise, birinci sebebin kendilerinde bulunmamasından ileri gelmektedir. (Kıyâmet ve Âhiret s. 246)