Cevap: Reformculardan Ahmed Midhat Efendi de, "Nizâ-ı ilm ve din" yani ilim ve dinin çekişmesi ismindeki kitabında, imanın şartı olan kıyamette dirilmek bilgisini gözden düşürmeye çalışırken, Cennetin yiyeceklerini, içeceklerini, açgözlülüğü ve maddeciliği okşayan birer hile saymaktadır. Hâlbuki, kendisi ilim ile dini ayırarak hile yapmaktadır. İslâm dini, ilmin ta kendisidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak İslâm düşmanlığına alamettir. Dünyada bu zevklerin peşinde koşan ve din âlimlerini, dinî vazifelerin, bu dünya zevkleri için yapılması lazım olacağını bildirmedikleri için kötüleyen ve insanların, her şeyden daha cazip, daha tatlı olan bu dünya zevklerine kavuşmak için ibadete sarılacaklarını söyleyen dinde reformcuların, bu zevklerin Cennette bulunmasına karşı koymaları, İslâmiyete leke sürmek istediklerini açıkça göstermektedir. İslâm âlimlerinin, Müslümanları Cennet nimetlerine kavuşmak ve Cehennem azabından kurtulmak için ibadete sarılmalarına çalışmalarını taşlayan böyle ve benzeri sözler çok görülmüştür.
***
Sual: İmanı, inanmayı kabul etmeyenler, insandaki inanma duygusunu da kabul etmiyorlar mı, bunu da mı reddediyorlar?
Cevap: İslâmiyetin meydana çıktığı Arabistan yarımadasında, putlara, heykellere tapılıyordu. Fikirler, çok tanrının varlığına saplanmış idi. İslâmiyet bunun için, şirkin kötülüğü üzerinde çok durmuştur ve bunun için, Müslüman olmak, Kelime-i tevhîd ile başlamıştır. İnsanlar yaratılışta din hissine maliktir. Bunun için, Allaha inanmayan kimse, ruh hastası, psikopat demektir. Böyle kusurlu insanlar, büyük manevi bir destekten mahrum olup, pek acınacak bir hâldedirler. Avrupa fikir adamlarından birinin; “Dindarlık büyük bir saadettir. Fakat ben bu saadete kavuşamadım” dediği gibi, bizdeki dinde reformculardan Tevfik Fikret de, Târîh-i Kadîm adını verdiği manzum bir eserinde, Müslümanlık ile ve iman sahibi olmakla alay ettiği hâlde, şairlik ruhundan fışkıran ve önü alınamayan şu şiirinde imanlı olma ihtiyacını da bildirmiştir:
Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki, benzer gurbet-i kabre,
İnanmak! İşte âğûş-i rûhânî, o gurbette.
***
Sual: Secdede alın kapalı olunca mahzuru olur mu? Mushafı elbisenin koluyla abdestsiz iken tutmak câiz olur mu?
Cevap: Alnı, sarığının sargıları ve takkenin kenarı ve alından sarkan saç üzerine ve elbisenin kolu ağzı, eteği veya elleri üzerine koymak sahih olur ise de, özürsüz iken tenzihen mekruh olur. Kadınların da, namazda alnı açık olması lâzımdır. Yerin sertliğini duyacak kadar, yani başını bastırınca, alnı artık gömülmeyecek kadar bastırarak, halı, hasır, buğday, arpa, serir, kanepe ve yerde duran araba üzerine secde etmek sahih olur. Hayvan, iki ağaç arasına gerilmiş salıncak ve çuvalda olmayan pirinç ve darı üzerine secde sahih olmaz. Üzerindeki elbise, kendi uzuvları gibi sayıldığı için, bunların altındaki yerlerin temiz olmaları lâzımdır. Bunun içindir ki, abdestsiz olanın, eli ile Mushafı tutması câiz olmadığı gibi, elbisesinin kolu ağzı ile de tutması câiz değildir. Havlu, mendil ve üstünde olmayan çamaşır, elbise gibi şeylerle tutması câiz olur. Bunlar necis yere serildikleri zaman üzerlerinde namaz kılınır. Altı necis olan ayakkabı ile veya necis yere basarak, cenaze namazı kılınmaması, bu ayakkabıyı çıkarıp, temiz olan üst tarafına basarak kılmanın sahih olması da, böyledir. (Tam İlmihal s. 217)
***
Sual: Secdeye inerken pantolonu yukarı çekmek, kolları, bacakları, etekleri sığalı, kıvrık [kısa] ve başı açık namaz kılmak câiz olur mu?
Cevap: (Halebî)de buyuruyor ki, (Secdeye yatarken, kamîs, yani entariyi ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekruhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp da, namaza durmak mekruhtur. Kolları, bacakları, etekleri sığalı, kıvrık [kısa] namaz kılmak da mekruhtur). Tembellikle veya başı kapalı kılmanın ehemmiyetini düşünmeyerek, başı açık namaz kılmak mekruhtur. Namaza ehemmiyet vermemek ise küfürdür. Kendini âciz, zavallı göstermek, Allahü teâlâdan korktuğu için başını örtmemek mekruh olmaz. [Yani, Allahü teâlânın korkusundan rengi sararıp, vücudu titreyip, kendini ve her şeyi unutan kimse, başını örtmezse, mekruh olmaz.] Fakat, bunların da örtmesi, daha iyi olur. Çünkü, başı açmak (Namazda ziynetli elbisenizi alınız, örtünüz!) âyet-i kerimesine uymamak olur. Başına beyaz sarık sarmak müstehabtır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” siyah sarık da sardığı (Ma’rifetnâme)de yazılıdır. Sarığının ucunu iki küreği arasına, iki karış uzatırdı. (Tam İlmihal s. 217)