Cevap: Din adamları üç kısımdır: Akıl sahibi, ilim sahibi, din sahibi. Bu üç sıfatı birlikte taşıyan din adamına Din âlimi denir. Bir sıfatı noksan olursa, ona güvenilmez. İlim sahibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lazımdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Dünyaya gönül kaptırmayan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret adamlarıdır. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) vârisleri, vekilleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kıyamet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için canını veren şehitlerin kanı ile tartılacak ve mürekkep, daha ağır gelecektir. (Âlimlerin uykusu ibadettir) hadîs-i şerifinde methedilen, övülen bunlardır. Ahiretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlayan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, ahiretin ebedî, dünyanın ise fani, geçip, tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâki olana, hiç bozulmayan ve bitmeyen güzelliklere sarılmışlardır. Ahiretin büyüklüğünü anlayabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Ahiretin büyüklüğünü anlayan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile ahiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren ahireti gücendirir. Dünyayı beğenmeyen, ahirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıt şey bir araya getirilemez. Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.
Tasavvuf büyüklerinden bazısı, kendilerini ve dünyayı tamamen unuttuktan sonra, birçok sebepler için, dünya adamı şeklinde görünürler. Dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Halbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur. Sûre-i Nûrda; (Bunların ticaretleri, alışverişleri, Allahü teâlâyı hatırlamalarına hiç mâni olmaz) mealindeki âyet-i kerime bunlar içindir. Dünyaya bağlı görünürler. Halbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend Buhârî kuddise sirruh buyuruyor ki; “Mekke-i mükerremede Mina pazarında, genç bir tacir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alışveriş yapıyordu. O esnada, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu.”
***
Sual: İftarı acele yapmak müstehabdır. Bazı hatalar sebebiyle vaktinden önce orucu bozulmaktan kurtarmak için iftarda nasıl hareket etmelidir?
Cevap: Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Nûr-ül-îzâh) kitabında buyuruyor ki, (Bulutsuz gecelerde iftarı çabuk yapmak müstehabdır). Kendisi, bu kitabı şerh ederken buyuruyor ki, (Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyatlı davranmalı [yani, iftarı biraz geciktirmelidir]. Yıldızlar görünmeden önce iftar eden, tacil etmiş olur). Bu kitabın haşiyesinde, Tahtâvî buyuruyor ki, (Orucu namazdan önce bozmak müstehabdır. (Bahr) kitabında [ve ibni Âbidînde] denildiği gibi, iftarda acele etmek, yıldızlar görülmeden önce, iftar etmek demektir). Akşam namazını da, bu vakitte, yani erken kılmak müstehabtır. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E’ûzü ve Besmele okuyup, (Allahümme yâ vâsi’al-magfireh igfirlî ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil-müminîne vel müminât yevme yekûmülhisâb) denir. Bir iki lokma iftarlık yiyip, (Zehebezzama’ vebtelletil-urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ) denir ve yemeğe başlanır. Hurma veya su, zeytin yahut tuz ile iftar edilir. Yani, oruç bozulur. Sonra, camide veya evde, cemaat ile akşam namazı kılınır. Bundan sonra, akşam yemeği yenir. Sofrada yemekleri yemek, bilhassa Ramazanda uzun süreceğinden, akşam namazının erken kılınması ve yemeğin, acele etmeyerek, rahat yenmesi için, az bir şeyle iftar edip, yemeği duadan ve namazdan sonra yemelidir. Böylece, oruç erken bozulmuş, namaz da erken kılınmış olur. (Tam İlmihâl s. 316)