Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Secde yaparken, önce iki diz, sonra iki el, sonra burun ve sonra alın yere konur. Baş parmakları, kulakları hizasında olur. Şafiide, eller omuz hizasına konur. Ayakların, en az birer parmağını yere koymak farzdır. Yerin sertçe olup, başın içine girmemesi lazımdır. Yere serili halı, hasır, buğday ve arpa böyledir. Yerde duran masa, kanepe, araba da, yer demektir. Hayvan üzeri ve hayvan üstünde bulunan semer ve benzerleri, yer sayılmaz. Salıncak ve ağaçlara, direklere bağlanarak havada gerilmiş duran bez, halı, hasır yer sayılmaz. Pirinç, darı, keten tohumu gibi kaygan şeyler üzerine secde sahih olmaz. Çuval içinde iseler sahih olur. Secde yeri, dizlerini koyduğu yerden yarım zırâ, yani oniki parmak eni ki yirmibeş santimetre yüksek olunca namaz sahih olur ise de, mekruhtur. Secdede dirsekler bedenden, karnı da uyluklardan açık tutulur. Ayak parmaklarının uçları kıbleye karşı tutulur. Rükuya eğilirken topuk kemiklerini birbirine yapıştırmak sünnet olduğu gibi, secdede dahi bitişik tutulur.”
***
Sual: Kadınlar, namazda tekbiri, ellerini bağlamayı ve secdeleri aynen erkekler gibi mi yaparlar?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınlar, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini kol ağzından dışarı çıkarmaz. Sağ avucu sol üzerinde olarak göğüs üstüne kor. Rükuda az eğilir. Belini başı ile düz tutmaz. Rükuda ve secdede parmaklarını açmaz, birbirlerine yapıştırır. Ellerini dizleri üzerine kor. Dizlerini büker, dizlerini tutmaz. Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına yapıştırır. Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. El parmaklarının ucu dizlerine uzanır. Erkekler de dizi kavramaz. Parmakları birbirlerine yapışık olur.”
***
Sual: Kadınların kendi aralarında cemaat yaparak namaz kılmalarında dinen bir mahzur var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınların kendi aralarında veya erkeklerin cemaati arasında imam ile kılmaları mekruhtur. Cuma ve bayram namazı kılması farz değildir.”
***
Sual: (Kadîm ve Ezelî) ne demektir ve nasıl anlamak gerekir? Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenler, kâfir mi olur? (Allahü teâlâ, Kâdir-i muhtardır) demek ne manaya gelir?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. [Yani, varlığının başlangıcı yoktur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi.] (Ezelî)dir. [Yani, hiçbir zaman yok değil idi.] Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sahipleri, kitap sahipleri, hep böyle iman etmiştir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Bunun içindir ki, hüccet-ül-İslâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, İbn-i Sînânın ve Fârâbînin ve daha başkalarının, kâfir olduklarını söylemiştir. Çünkü bunlar aklın, ruhun ve [maddenin ilk hâli dedikleri] heyulanın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle beraber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.
[(Ahlâk-ı alâ’î) kitabında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitabında kıyamette dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusül abdesti alıp, vezir iken yaptığı zulümlere tevbe ettiği söyleniyor ise de, itikadı bozuk olanın guslü, namazı ve duası kabul olmaz buyuruldu)].
Allahü teâlâ, (Kâdir-i muhtâr)dır. [Yani dilediğini yapabilir. Tabiat kuvvetleri gibi, elbette işi yapmağa] mecbur değildir. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, kemâl, büyüklük, mecbur olmakta, herhâlde yapabilmektedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyârını, yani seçmesini inkâr ettiler. Yapmağa mecburdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmağa mecbur olmuş ve sonra başka bir şey yaratmamıştır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı fe’âl deyip, her şeyi bu yapıyor dediler.
(Akl-ı fe’âl) dedikleri şey de, yalnız onların vehimlerinde, hayâllerinde olan bir şeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbir şey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, Akl-ı fe’âle yalvarır. Allahü teâlâdan bir şey istemez. Çünkü Allahü teâlânın dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur. Her şeyi yapan, yaratan Akl-ı fe’âldir derler. Hattâ Akl-ı fe’âle de yalvarmazlar. Çünkü onu, kendilerinden belâları gidermekte irade ve ihtiyâr sahibi bilmezler. Bu nasipsizler, ahmaklıkta, sersemlikte, sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasipsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden daha çoktur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar. Peygamberlerin bildirdiklerine inat ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikirler ileri sürüyor. Asılsız, çürük deliller, şahitler göstererek, boş, sapık düşüncelerini ispata kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini ispat için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamıştır. Dünyada olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaziyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları icat edeni ve hepsini hareket ettireni ve aralarında nizam kuranı görmüyorlar. Bunu bir şeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmaktırlar! Ne kadar alçaktırlar! Bunları akıllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan daha alçaktır. [Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan her şey, Allahın Peygamberine uyarak kalpleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş imanlı kimseler tarafından yapılmadıkça ve kullanılmadıkça faydalı olamazlar. İnsan haklarını, rahatı, huzuru sağlayamazlar. Harbin ve sefaletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vasıta olurlar.] (Mektûbât Tercemesi s. 355)