Cevap: Allahü teâlâya şükretmek, Onun dinini kabul etmek ve İslâmiyetin ahkamını, bildirdiği hükümleri yapmak, yerine getirmek demektir. Hamd, bütün nimetleri Allahü teâlânın yaratıp gönderdiğine inanmak ve söylemek demektir. Şükür; bütün nimetleri İslâmiyete uygun olarak kullanmaktır. İslâm âlimlerinden bazısı şükrü, Allahü teâlânın varlığını düşünmek; bazısı nimetlerin Ondan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve sena etmeli; bazısı, Onun emirlerini yapmak, haramlarından sakınmak; bir kısmı da, insan önce kendini temizlemeli, böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalı ve bazısı da, insanları irşad etmeli, doğru, salih olmalarına çalışmalı diye tarif etmişlerdir.
Sonra gelen İslâm alimleri de buyuruyor ki:
“İnsanın Allahü teâlâya karşı vazifesi üçe ayrılır:
Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir ki, namaz, oruç gibi.
İkincisi, ruhu ile yapacağı vazifedir ki, doğru itikat etmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak.
Üçüncüsü, insanlara adalet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmaktır. Bu da, emaneti muhafaza, insanlara nasihat etmek, evvela İslâmiyeti öğretmekle olur.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibadet üçe ayrılır: Doğru itikat, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emredilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri vasıtası ile değiştirir. İbadetleri, insanlar değiştiremez. Peygamberler ve bu Peygamberlerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri, ibadetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır. Kısacası, doğru itikat, doğru söz ve amel-i salih, birinci vazifedir. Bütün İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri buyurdular ki:
“İnsana vacib olan birinci vazife, iman, amel ve ihlas sahibi olmaktır. Dünya ve ahiret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalp ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlaktır. İhlas, amelini yani bütün işlerini, ibadetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.”
***
Sual: (Allahü teâlâ, Ganiyy-i mutlakdır) buyruluyor. Bu ne demektir ve nasıl anlamak gerekir? Mahlûkatın yaratılmasından maksat nedir? (Allahü teâlânın sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır) ne demektir?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Yani, hiçbir şey için, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fiillerine, hiçbir suretle hiçbir şey lâzım değildir. Varlıkta muhtaç olmadıkları gibi, zuhurda, belli olmakta da, ihtiyaçları yoktur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, isimlerini ve sıfatlarını izhar için, bize muhtaçtır) anlaşılan sözleri, bu fakire çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda bir şey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnileri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım) mealindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnilerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve saadettir. Yoksa, Onun bir şey kazanması için değildir. Hadîs-i kudside, [yani Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübarek ağzından] Allahü teâlânın, (Ma’rûf olmak, tanınmak için her şeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu mana, Allahü teâlâya lâyık değildir.
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hassa ve alâmetleri yoktur. Madde değildir. Cisim değildir. Mekânlı değildir. [Yani, yer kaplayıcı değildir.] Zamanlı değildir. [Bir yerde bulunmadığı gibi, zamanı da yoktur.] Kemâl sıfatları, kusursuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl sıfatı olduğunu bildirmiştir ki şunlardır: (Hayat), diri olmasıdır. (İlim), bilmesidir. (Kudret), gücü yetmesidir. (İrade), dilemesidir. (Sem’), işitmesidir. (Basar), görmesidir. (Kelâm), söyleyici olmasıdır. (Tekvîn), yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilimde değildir. [Yani, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp], hariçte ve hakikatte vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. Müslümanlardan, sıfatları inkâr eden Mutezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hariçte yalnız kendi vardır diyorlar. [Yani, sıfatların nazarî olarak], kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilim sıfatının manası, zâtın manasının aynıdır demiyorlar. Yahut, kudret ve irâdet sıfatlarının manaları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fakat, hariçteki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hariçte ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fayda vermez. (Mektûbât Tercemesi s. 354)
***
Sual: Felsefecilerin ve dinsizlerin yanıldıklarını ve yanlış yolda olduklarını, küfür üzere olduklarını İmâm-ı Gazâlî hazretleri bildirmiş midir?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmıştır. Birincisi Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar eski Yunan feylesoflarından asırlarca evvel vardı. Bugün de, fen adamı geçinen bazı ahmaklar, bu kısımdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir diyor. İkinci kısım, tabiiyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki akıllara hayret veren, intizamı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbur kalmışlarsa da, tekrar dirilmeği, ahireti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısım, sonra gelen eski Yunan feylesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar, dehrîleri ve tabiiyyeciler red ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmayacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da, küfürden kurtulamamıştır. Bu üç kısım da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Bazı saf kimselerin bunları, din adamı sanması ve hatta Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmektedir. Kâfirler, her şey söyleyebilir. Fakat, Müslüman görünenlerin, iman ve küfrü ayırt edememesi, acınacak bir hâldir.
Bu dinsizlerin üç kısmı da [ve bugün kendilerine ilim adamı denilen ve yeni felsefenin ve sosyolojinin kurucuları diye methedilen, hâlbuki din bilgisi olarak, Yahudilerin ve papazların İncili değiştirmeleri ile meydana çıkmış Hristiyanlık ile, İslâm düşmanlarının yazdığı birkaç uydurma kitaptan başka sermayeleri olmayan Luther Martin, Calvin [Kalven], Voltaire [Volter], Aguste Conte [Ogus Kont], Karl Marx ve Dürkheim [Dürkheyim] gibi rönesans, inkılap önderleri] ahmaklıkta ve zavallılıkta, herkesten ileri gitmiş, kâfirlerin her sınıfını arkada bırakmışlardır. Bunların hepsi, hem dinlere inanmıyor ve Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” inat ve düşmanlık ediyor, hem de aile, cemiyet ve din hakkında uydurdukları sözleri ile, birbirlerini ve herkesi kandırmak için, çürük deliller ve şahitler buluyorlar. O kadar yanlış, o kadar gülünç şeyler söylüyorlar ki, hiçbir cahilin, hiçbir ahmağın bu kadar aşağılığı görülmemiştir. Bunlar, ne kadar akılsız, ne kadar zavallıdır. Bunları akıllı, fikirli sananlar da, bunlardan daha zavallı ve daha bedbahttır. Birçok kıymetli bilgileri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” kitaplarından çalmışlar ve aralarına, başka şeyler de katmışlardır. Bunları imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (El münkızü aniddalâl) kitabında, uzun uzadıya anlatmaktadır. Din sahipleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” izinde gidenler, bir şeyin doğruluğunu ispat ederken yanılırsa, zararı ve tehlikesi olmaz. Zira bunlar, bütün ilimlerinde ve işlerinde, onlara uyup, sözlerini ispat ediyor. Bunların Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uyması, doğruluklarını bildirmeğe yetişir. O zavallılar ise, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uymağa, gericilik deyip, sözlerini akla uygun getirmeğe çalışıyor. Aklın eremediği şeylerde, şüphesiz yanılıyorlar. (Mektûbât Tercemesi s. 356)