Cevap: Resûlullah efendimizin yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır:
Birisi, ibadet olarak yaptığı ve kaçındığı, yapmadığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tabi olması lazımdır. Bunlara uymayan şeyler bidattir.
İkincisi, adet olarak yani bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmeyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecburi değildir. Bunlara uymayan şey, bidat değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar, din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bütün bunlarla beraber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tabi olmak, dünyada ve ahirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar.
***
Sual: Sünnet kelimesinden sadece Peygamber efendimizin yaptıkları ve söyledikleri mi anlaşılır?
Cevap: Sünnet kelimesinin dinimizde üç manası vardır:
Kitap ve sünnet birlikte söylenince, kitap, Kur’ân-ı kerim, sünnet de, hadîs-i şerifler demektir. Farz ve sünnet denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamber efendimizin sünneti, yani emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, İslâmiyet, yani bütün ahkâm-ı islâmiyye demektir. Fıkıh kitapları böyle olduğunu bildiriyor. Mesela Kudûrî muhtasarında; “Sünneti en iyi bilen imam olur” deniyor. Cevhere kitabında burayı açıklarken “Sünnet demek, burada ahkâm-ı islâmiyye demektir” deniyor.
***
Sual: Cami içinde dilenmenin ve kaybolan bir şeyin bulunması için camide bir şeyler okumanın, araştırma yapmanın hükmü nedir?
Cevap: Camilerde, sarkıntılık ederek dilenmek haramdır. Kaybolan şeyleri, camide araştırmak ise mekruhtur.
***
Sual: Dünyada en kıymetli toprak, Kâbe’nin bulunduğu yerdeki toprak mıdır veya neresidir?
Cevap: En kıymetli toprak, kabr-i saadette, cesed-i Peygamberiye temas eden topraklar olup, Arş'tan, Cennetlerden daha kıymetlidir. Ona yakın olan zaman, mekân, evladı, bütün eşya, Ona uzak olanlardan daha kıymetli ve efdaldir. Camiler ve Peygamberler, bundan müstesnadır.
***
Sual: Bir müctehid, kendi ictihadına uymayan diğer bir müctehidin ictihadına yanlış diyebilir mi?
Cevap: İctihad, bir ibadet olduğundan, yani Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihadı haktır ve doğrudur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’î “rahime-hüllahü teâlâ”, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” re’y ve ictihadını beğenmeyene, Allahü teâlâ lanet etsin!) yani merhamet etmesin buyurmuştur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed ve diğer imamların “rahime-hümullahü teâlâ”, İmâm-ı a’zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihadlarını bildirmektir. Bunu bildirmeğe memurdurlar. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirama, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere müracaat etmelerini, orada bulamazlarsa, hadîs-i şeriflere müracaat etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi rey ve ictihadları ile hareket etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahi, başkalarının fikir ve ictihadına uymamalarını emir buyururdu.
İşte bunun gibi, imâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed de “rahime-hümallahü teâlâ” hocaları, üstatları olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyhim” hazretlerinin fikir ve reyine tâbi olmayıp, kendi ictihadları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyh” ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstadı idi. (Eshâb-ı Kirâm s. 53)