Cevap: İslâm alimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“Kabirde azab yapılacağı sahih ve meşhur hadislerle, hatta Kur'ân-ı kerimdeki âyetlerle bildirilmiştir. Ölülerin hâli, dünyadaki dirilerin hayatı gibi değildir. Dünyanın nizamı için, buradaki hayatta hem his, hem de istekle, irade ile hareket vardır. Kabir hayatında, ölülerin azab ve acı duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. Kabirde ruhun bedene bağlanması, diri iken bağlanmasının yarısı kadardır. İşte bunun için ölüler, azabı duydukları hâlde, hareket etmez ve kıpırdayamazlar.
Kabir azabı, rüya gibi değildir. Kabir azabı, azabın görüntüsü değil, azabın kendisidir. Kabir azabı, ahiret azablarındandır. Dünya azabları, ahiret azabları yanında hiç kalır. Eğer ahiret azablarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.”
Peygamber efendimiz kabir hayatı hakkında:
(Kabir, dünya konaklarının sonu, ahiret menzillerinin ilki olup, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.) buyurmuşlardır.
Kabir ehli de acı ve zahmet çektiği için Peygamber efendimiz, ölünün kemiklerini kırmayı yasaklamıştır. Kabrin üstüne oturan bir kimseye:
(Ölüye kabirlerinde eza etmeyiniz! Diriler, evlerinde, elem, zahmet duyup hissettikleri gibi, ölü de kabrinde öylece elem ve eza duyar) buyurmuşlardır.
Meyyit, kabre konulunca, ne kadar salih, iyi kimse olsa da kabir onu sıkar. Sa'd bin Muâz hazretleri, eshâb-ı kiramdan, sayısız fazilet ve kerametler sahibi bir zat idi. Hatta vefat edince Arş-ı rahman onun için titremişti. Buna rağmen kabre konulduğunda toprak onu sıktı. Peygamber efendimiz;
(Toprak Sa'd bin Muâz'ı öyle sıktı ki, iki tarafındaki kemikler birbirine geçti.) buyurarak haber verdi.
Kabir, Eshab-ı kirama böyle olursa, acaba bize nasıl olur! Ya bir de imansız ölenlerin hali nice olur?
Ebülleys-i Semerkandî hazretleri buyuruyor ki:
“Kabir azabından kurtulmak isteyen, namaza devam etmeli, sadaka vermeli, Kur'ân-ı kerim okumalı, Allahü teâlâyı çok tesbih etmeli; hainlikten, dedikodudan ve üzerine idrar sıçratmaktan kaçmalıdır.”
***
Sual: Tevbe etmeyi geciktirmek de günah mıdır? Tevbe etmek için ne yapmalıdır?
Cevap: Günahtan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de, bu günahı işlemekten daha büyük günahtır. Bu günah, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Bir günahın tevbesi yapılınca, bunun tevbesini geciktirme günahlarının hepsi affolur. Farzı yapmamanın tevbesi, ancak kaza etmekle sahih olur. Her günahın affı için, kalp ile tevbe etmek ve dil ile istiğfar etmek ve beden ile kaza etmek lâzımdır. Yüz kere tesbih etmek, yani (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm) demek ve sadaka vermek ve bir gün oruç tutmak, çok iyi olur.
Nûr sûresinin otuzbirinci âyetinde mealen, (Ey müminler! Allaha tevbe ediniz!) buyuruldu. Tahrîm sûresinde, sekizinci âyet-i kerimesinde mealen, (Allaha tevbe-i nasuh yapınız!) buyuruldu. Nasuh kelimesine yirmiüç mana verilmiştir. Bunlardan en meşhuru, pişman olup, dili ile istiğfar etmek ve bir daha işlememeğe karar vermektir. Bekara sûresinde ikiyüzyirmiikinci âyetinde mealen, (Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever) buyuruldu.
Hadîs-i şerifte, (En iyiniz, günahtan sonra hemen tevbe edeninizdir) buyuruldu. Günahların en büyüğü, küfürdür ve münafıklıktır ve irtidaddır. (İslâm Ahlâkı s. 115)
***
Sual: Zekât ve uşur hangi mallardan verilir?
Cevap: Tam mülk olan mâlın zekâtını ve uşrunu vermek farzdır. Kullanılması câiz ve mümkün olan mala (Tam mülk) denir. Dört türlü zekât malı vardır:
1- Altın ile gümüş.
2- Ticaret için satın alınan her türlü eşya.
3- Kırda ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlar.
4- Toprak mahsulleri, yani uşur.
Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki:
Yağmur veya nehir ile sulanıp yerden çıkan ekinin, meyvenin ve sebzenin ve balın miktarı ne kadar olursa olsun, mahsulü alır almaz, satarak onda birini fakirlere vermek farzdır. Buna (uşr) denir. Uşrunu vermeden yemek haramdır.
Altın ve gümüşün ve ticaret eşyasının zekâtını vermek için, nisap miktarı olmaları lâzımdır. (Nisap) zenginlik ile fakirlik arasındaki sınır demektir. Nisap miktarı, altın için yirmi miskaldir. Gümüş için ikiyüz dirhemdir. İhtiyaç eşyasından başka, nisap miktarı her cins malı olana (Zengin) denir. Bu kadar malı olmayana (Fakir) denir. Altın para ve eşya ve kadın ziynetlerinin ve diş üzerindeki altın kaplamaların ve her cins ticaret eşyasının ağırlıklarının toplamı yirmi miskal olursa, gümüş eşyanın ise, ikiyüz dirhem olursa ve bundan sonra bir hicrî sene, yani arabî sene elde kalırsa, o zaman ağırlıklarının kırkta biri ayrılıp Kur’ân-ı kerimde bildirilen sekiz sınıf insandan birine veya birkaçına verilecektir. Buna (Zekât) denir. Bir miskal, dörtondasekiz [4,8] gram olur. Yirmi miskal, doksanaltı [96] gram oluyor. Doksanaltı gram altını olan, bir arabî sene sonra, ikibuçuk [2,5] gram altını, zekât niyeti ile ayırıp, istediği zaman, istediği fakire verecektir. Bir dirhem-i şer’î üç gram ve üçyüzaltmış miligram [3,360 gram] olup, gümüşün nisabı altıyüzyetmişiki gram [672 gram] dır. 96 gram altın ve 672 gram gümüş, aynı nisap miktarını gösterdikleri için, kıymetleri birbirinin aynı demektir. Buradan, altının aynı ağırlıktaki gümüşten yedi defa daha kıymetli olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de kullanılan bir liralık altınların her çeşidi birbuçuk miskal, yani [7 gram ve 20 santigram] olduğundan altın nisabı, [20:1,5=13,33] onüç adet altın lira ve bir liranın üçte biri olmaktadır. Yani, bu kadar adet bir liralık altındır. Ticaret yapan, zekâtını altın olarak da, ticaret malından da verebilir. (İslâm Âhlâkı s. 534)