Cevap: İnsan bir şey yapacağı zaman, önce bunu seçer, irade edip ister, sonra yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakta mecbur değildir. İster yapar, istemezse yapmaz.
İnsanın bir işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hatırlaması, kalbine gelmesi lazımdır. İnsan, kalbine gelen bir şeyi ister veya istemez. Birisi bir şeyi faydalı bulur, yapmak ister, diğeri de lüzumsuz görür, yapmak istemez. İşlerinde hür olduğunu söyleyen insanların iş yapmayı önceden kalplerine getiren, faydalı, lüzumlu olup olmadığını bildiren kimdir? Birindeki düşünce, diğerinde niçin hasıl olmaz veya niçin lüzumlu görülmez? İşte bu çeşitli sebepler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinden bazıları;
“İnsanlar iradeli işlerinde hür iseler de, irade ve ihtiyarlarında hür değil, mecburdur” demişlerdir.
Dehr sûresindeki âyet-i kerimeye, Ebül-Hasen-i Eş'arî hazretleri;
(Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) manasını vermiştir. En'âm sûresinin 125. âyetinde mealen;
(Allahü teâlâ kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâmiyet için genişletir. Dalalette bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya hakikatin girebilmesi, sahibinin göğe çıkması gibi mümkün değildir) Hûd sûresinin 34. âyetinde mealen;
(Ben size nasihat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalalette kalmanızı dilemiş ise, size faydası olmaz) buyurulmuştur.
Kaza ve kadere inanmayan mutezile ve bunların izinde gidenler, bu âyet-i kerimeler karşısında şaşırıp kalmaktadırlar.
İnsan iradesinin, cebre doğru sürüklendiğini gösteren böyle vesikalar yanında, insanı işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyete malik olduğu da meydandadır. Mahkemeler, hatta her insanın vicdanı, bir can yakanın, bir zalimin affedilmesini istemez. Cebriyye mezhebindekiler bile, kendisine haksız olarak saldırana kızmakta, hatta ona karşılık yapmakta kendilerini haklı bulurlar. Şairin biri diyor ki:
“Kaza ve kaderin işkencelerine bile razı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne yapıyorsun diyecek olursa, kaza ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir mi?”
***
Sual: Ehl-i sünnet bilgilerini nereden ve nasıl öğrenmelidir?
Cevap: Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra, hicretin dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir. Halef-i sâdıkîn, iman ve amel bilgilerinde ve kalp marifetlerinde, hep Selef-i sâlihîne tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, bindörtyüz senesinden sonra da, insan-ı kâmil görülemez oldu. İnsan-ı kâmil olmayan, Evliya ve müctehid olmayan müceddidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyamete kadar, yeryüzünde bulunacaktır. Bu müceddidler, müctehidlerin kitaplarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyaya yayılmış olan, bid’at sahiplerinin ve sahte tarikatçıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının, yalanlarına, iftiralarına cevaplar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru kitapları bulup okuyanlar, dünyada ve ahirette saadete kavuşacaklardır. (Tam İlmihal s. 1051)
(Se’âdet-i Ebediyye) kitabını okuyarak anlayan bahtiyar bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi “rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona meyleder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nurları alıp, olgunlaşmağa, kemâle gelmeğe başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyayı, hayatı görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rüyalar görmeğe başlar. İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyayı, Eshâb-ı kiramı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rüyada görmeğe, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeğe, bunlarla konuşmağa başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymağa, ibadetlerden zevk almağa başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Saadet-i ebediyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur. (Tam İlmihal s. 1052)