Cevap:
Namaz, İbadet-i bedeniye yani bedenle yapılan bir ibadet olduğundan, başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendi kılması lazımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyar olan kimse, namaz yerine fakire fidye, para veremez. Halbuki, oruç yerine fidye vermesi lazımdır. Halebî-i kebîrde deniyor ki:
“Özürlü ve özürsüz olarak namazı terk edenin, bunun farzını kaza etmesi lazımdır. Yalnız Hanbeli mezhebinde, namazı özürsüz terk eden mürted olacağı için, namazını kaza etmesi lazım olmaz. Önce, küfürden tövbe etmesi lazım olur. Namaz kılmak, farz olduğu için, inanmayan kafir olur. İnanıp da, terk eden, yani özürsüz kılmayan fasık olur. Kitap, sünnet ve icma ile açıkça bildirilmiş olan farzların hepsi böyledir. İctihad ile anlaşılmış farzlara Mukayyed denir. Bunlara inanmayan kâfir olmaz.” Bunlara da ehemmiyet vermeyen, aklına uyup, müctehidin hükmünü beğenmeyen kâfir olur. Dürr-ül-muhtârda buyuruluyor ki:
“Farz namazı, özrü olmadan, vakti geçtikten sonra kılmak, yani kazaya bırakmak haramdır.”
Câmi-ul-ezherin Cameroun cumhuriyyetindeki mümessili, üstâz İbrâhîm Muhammed Neşât, İslâm kültürü kitabında diyor ki:
“Namazı bilerek terk etmenin büyük günah olduğunu ve farzları hemen kaza etmenin farz olduğunu, cumhûr-ı ulemâ bildirmektedir. İbni Teymiyye, namazı amden, bilerek terk edenin kaza etmesi lazım değildir. Kaza kılması sahih olmaz. Çok nafile kılması, çok hayrat, hasenat ve istiğfar yapması lazım olur dedi. Daha önce İbni Hazm da, uzun yazıları ile böyle uygunsuz fikirler ortaya atmıştı.”
İbni Teymiyye ve İbni Hazm, hükmü şüpheli olan âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri tevil ettiler. Yani, yanlış manalar vererek, Ehl-i sünnetten ayrıldılar. Böylece, hayırlı işlerin, namaz yerine geçeceği sapıklığını da körüklemiş oldular. İslâmiyette açtıkları yaraların en zararlı olanlarından biri de, maalesef bu olmuştur.
***
Sual: Kazaya kalan namaz ve oruçları, hemen kaza etmek gerekir mi?
Cevap:
Vaktinde kılınmamış namazları acele kaza etmek lazımdır. Secde-i tilâvet ve oruç kazası, acele değildir, gecikirse günah olmaz.
***
Sual: Kefaleti anlatmağa başlarken, deniliyor ki, bir kimse, birine, (Bu yoldan git! Bu yol emindir, korkusuzdur) diyor. O da bu yoldan gidiyor. Yolda soyuluyor. Söyleyen kimse, bunun malını ödemez. (Bu yol emindir. Eğer korkulu ise, soyulur isen öderim) derse, ödemesi lâzım olur. Sigorta da böyle değil midir?
Cevap:
Yol emindir demek, emin olduğunu biliyorum demektir. Bir kimse, bilmiş olduğunu söylemekle kefil olmaz. (Eğer söylediğim gibi değilse, öderim) deyince kefil olur. Kefil olarak aldatırsa, ödemesi lâzım olur. (Yolda soyulur isen öderim) demediği için kefil olmaz. Ödemesi lâzım gelmez. Kefil olacağını söylemesi, aldatmadığına alamettir. Meselâ, değirmene buğday getiren köylüye, değirmenci, bu kovaya koy dese, köylü de koysa, kovanın deliğinden, buğdaylar suya dökülüp sürüklense, gitse, değirmenci, koy derken kovanın delik olduğunu biliyorsa, buğdayları öder. Çünkü, söylerken aldatmış oldu. Demek ki, aldatmak demek için, söyleyenin, tehlike bulunduğunu bilmesi ve karşısındakinin ise, bilmemesi lâzımdır. Köylü, kovanın delik olduğunu görerek, bilerek buğdayını koyarsa, malını, kendi isteği ile ziyan etmiş olur.
Sigortacının, tüccarı aldatmak kastı olmadığı meydandadır. Geminin batıp, batmayacağını bilmez. Hırsızların, yol kesenlerin tehlikesi varsa, bunu, sigortacı gibi, tüccar da bilir. Tüccarın sigorta parası vermesi de, yolda tehlike olduğunu bilip, malı elden çıkınca, bedelini alabilmesi içindir. Sigorta işi, yolcunun veya köylünün aldatılmasına benzememektedir. (Tam İlmihal s. 875)