Cevap:
Haram işlemek veya kullanmak, yalnız zaruret miktarı caiz olur. Mubah olan şeyleri, farzları yapabilecek kadar kullanmak zarurettir ve farzdır. Bunun için mubahları, zaruret olduğu kadar yapmak, kullanmak lazımdır. Mubahların fazlasına ise fudul denir. İhtiyacı karşılamak için kullanmak, sünnettir. İhtiyaçtan fazla olan şeyin menfaati varsa, menfaati için kullanmak caiz olur. Menfaati olmadığı zaman, zararı da yoksa, ziynet olur. Vakar, hürmet ve sevgi hasıl etmek, çok şükretmek niyeti ile ziynet eşyasını kullanmanın müstehab olduğu, İbni Âbidîn ve Hadîkada yazılıdır. Hadîkada deniyor ki:
“Mubahlarda, şehrin âdetine uymamak şöhret olur. Bu ise, tahrimen mekruhtur. Saç, sakal boyamak böyledir.”
Ziynet eşyasını kullanmak da böyledir. Kâfirlerin yaşadıkları memleketlerde, İslâmın vakarını, şerefini korumak ve şöhretten, fitneden sakınmak vaciptir. Zararlı olan şeye fudul, abes ve malayani denir. Bunu kullanmak tahrimen mekruh, farza mani olursa, haram, yani büyük günah olur. Uyûn-ül-besâir kitabında deniyor ki:
“İnsanın kullandığı şeyler beşe ayrılır. Bunlar zaruret, ihtiyaç, menfaat, ziynet ve fuduldur. Kullanılmadığı zaman helake sebep olan yasak şeyi kullanmak zaruret olur. Kullanılmaması sıkıntıya, meşakkate sebep olursa, ihtiyaç denir. Faydası, menfaati olmayıp, yalnız gösteriş için kullanılan şeye, ziynet denir. Buğday ekmeği, koyun eti, yağlı yemek, menfaattir. Tatlı yemek, ziynettir. Mubahları kullanmakta taşkınlık, fuduldur. Zaruret olunca, yalan yere yemin etmek caiz olmaz. Tariz söylemek, yani iki manalı kelime söyleyip yemin edilir. Aç kalanın ölmeyecek kadar leş yemesi, zaruret olur. Abdest alırken elbiseye su sıçraması, hayvan idrar yaparken, üstündekinin elbisesine sıçraması zarurettir.”
***
Sual: Bir sıkıntı, ihtiyaç olduğu zaman, başlanmış oruç bozulabilir mi?
Cevap:
İhtiyaç, sıkıntı olunca, orucu bozmak caiz olur. Bahr-ür-râıkda deniyor ki:
“Bir ibadete başlayınca, bunu özür olmadan bozmak haramdır. Farz olan orucu bozmak için sekiz özür vardır: Hastalık, sefere çıkmak, ikrah yani zalimin zorlaması, kadının hamile olması, çocuk emzirmek, açlık, susuzluk ve ihtiyarlık.”
***
Sual: Hakiki din alimleri, ahiret adamlarının vasıfları nelerdir?
Cevap:
Hakiki din adamlarında üç sıfat bulunur: Akıl sahibi, ilim sahibi, din sahibi. Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sahibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır. Dünyaya gönül kaptırmayan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret adamlarıdır.
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” vârisleri, vekilleridir. Mahlûkların en iyisi bunlardır. Kıyamet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için canını veren şehitlerin kanı ile tartılacak ve mürekkep, daha ağır gelecektir. (Âlimlerin uykusu ibadettir) hadîs-i şerifinde methedilenler, bunlardır. Ahiretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlayan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, ahiretin ebedî, dünyanın ise fâni, geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmayan ve bitmeyen güzelliklere sarılmışlardır. Ahiretin büyüklüğünü anlayabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Ahiretin büyüklüğünü anlayan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile ahiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren, ahireti gücendirir. Dünyayı beğenmeyen de, ahirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıt şey bir araya getirilemez. [Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.]
Tasavvuf büyüklerinden bazısı, kendilerini ve dünyayı tamamen unuttuktan sonra, birçok sebepler, faydalar için, dünya adamı şeklinde görünürler. Dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur. Sûre-i Nûrun otuzyedinci âyetinde mealen bildirdiği gibi, (Bunların ticaretleri, alışverişleri, Allahü teâlâyı hatırlamalarına hiç mâni olmaz.) Dünyaya bağlı görünürler. Halbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâüddîn-i Nakşibend Buhârî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Mina pazarında, genç bir tacir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış-veriş yapıyordu. O esnada, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu). (Herkese Lâzım Olan İman s. 126)